Bir Sömestr klasiği; bu yıl da tatilde İtalya’ya kırdık rotayı. Bergamo havalimanına inip yine maceralı bir kiralık araç teslim töreni yaşadıktan sonra ilk durağımız olan Garda Gölü çevresine doğru yola çıktık. Bağ Rotalarına ilgimiz sebebiyle buraların ünlü şarap evlerini ziyaret etmeyi ihmal etmedik ayağımızın tozuyla. Meşhur Bardolino şaraplarını tadıp ilk alışverişimizi yaptıktan sonra soluğu bir dağ köyünde aldık.
Casa del Vino delle Vallagrina, girişindeki antika eşyalar ve piyano ile karşıladı bizi. Bu dağ köyündeki sessiz otelde yalnız mıyız diye düşünürken, restorana akın eden 20 kişilik grubu gördük. Geyik etli başlangıç ve pırasalı lazanya sonrası, patlamak üzere olmamıza rağmen gelen tiramusuyu da reddetmedik, yol yorgunuyduk, biz yemeyecektik de kim yiyecekti?
Ertesi sabah Trento’da sadece Bilim Müzesini hedefledik. Şehir sıkıcı, müze eğlenceli ve eğiticiydi. Öğrenciler için bulunmaz bir deney alanı gibiydi. Bizim çocuklar hangi tarafa koşturacaklarını bilemediler. Tüm günü dolduracak zenginlikteydi müze. Doğayı, doğal yaşamı, bitkileri , hayvanları hem görüyor hem de çok detaylı bilgi alabiliyorsunuz burada. Müzeye dahil botanik bahçeyi de gezip çıktık. Yakınlardaki 1000 metrelik dağın zirvesine bizi taşıyacak teleferik yolculuğunu yapmak üzere yürürken kızlar korku ile mızırdanmaya başladılar. Bu dik dağa doğru biraz da birbirimizden aldığımız destekle ilerledik. Tırmanışın biraz korkutucu olduğunu itiraf etmeliyim ama zirveye ulaştığımızda hepimiz hem manzaradan hem de zirvedeki dağ evlerinden ve bitki örtüsünden çok etkilendik. Tek bir pürüz vardı o da sis. Ve sis bizi yolculuğumuzun geri kalanında hiç yalnız bırakmayacaktı. Manzara puslu olmasına rağmen kahramanlarımız başarmanın verdiği hazla gülümseyerek deniz seviyesine indiler.
Bir sonraki durak Merano bölgesindeki MiraMonti idi. O kadar tepeye tırmandık ki bulutların üzerinde miyiz yoksa sis her yanı kaplamış mı anlayamadık. Ancak otele girişimizle neyle karşı karşıya olduğumuzun farkına vardık. Burası kaldığım en etkileyici otellerden birisi sanırım. Sisli olmasına rağmen otelin görkemli dağ manzarası, açık havadaki sıcak havuzu ve sırtını yasladığı uçsuz bucaksız ormana bayıldık, yemekler de enfesti. Bir yandan sis bir yandan havuzdan yükselen buhar, ortamı son derece mistik yapıyordu. Romantik tatil adresi olarak şiddetle tavsiye ediyorum. İkinci gün ormanda yaptığımız yürüyüş hepimize terapi gibi geldi.
Otelden ayrılıp yine dağ yollarına kendimizi vurduğumuzda tepeleri aşıp nefis bir dükkan ile karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Burada hayvancılıkla uğraşan bir aile güzel bir şarküteri kurmuş dağın tepesine. Hem peynir hem de şarküteri ürünlerini tadarken doyduk diyebilirim .
Bir sonraki durak Avrupa’da en görülesi köyler listesinde olan Borghetto idi. Köye gidince bir de ne görelim, köyü kapatmışlar!! Evet, köyün girişini kırmızı bantla kapatmışlar ve turistlerin yoğun olmadığı kış sezonunda tadilatlara başlamışlar. Gezdiğimiz bölgeler İsviçre ve Almanya sınırına yakın ve bir zamanlar Almanya sınırına dahil olan yerler. Arka yollardan geçerek etrafa göz atma şansımız oldu ancak hayalet köy görüntüsünde olduğu için pek tat vermedi. Bir kahve içecek açık bir kafe bile bulamadık, biz de köye on mesafede bir Trattoria nın bahçesine attık kendimizi. Üzüm bağları, meyve ağaçları ve güzel yemek kokuları köydeki hayal kırıklığımızı unutturdu. Meğer bu bölge tortellinin doğduğu yermiş. Tatlı bir yaşlı çift ve onların genç çocukları tarafından işletilen bu şirin yere girdiğimizde ağzının tadını bilen İtalyanların buraya doluşmuş olduğunu gördük. Sokakta kimsecikler yok ama güzel yerler tıka basa dolu. Bizi tortellini ve mevsim sebzeleri ile beslediler, tiramisudan sonrasını hatırlamıyorum :).
Artık dağ tepe gezmekten ve şarap tadımlarında bizi beklemekten yorulan kızları Verona’ya götürdük. Verona, Romeo ve Jüliet’le anılan aşk şehri. Baharda pek çok festivale ev sahipliği yapıyor. Şehri bir ucundan diğer ucuna gezmek 30 dakikadan fazla sürmüyor. Güzel evler, nehir kenarında yürüyüş, küçük ve şirin kafeler derken şehri benimsiyor insan hemen. Her yer tanıdıkmış gibi geliyor. Biz büyük şehir insanlarının aklına hemen “acaba buralarda yaşasam sıkılır mıyım?” sorusu geliyor tabii. Ben artık günde 2 saati araba içinde egsoz soluyarak geçirmezsem kendime gelemem, bu yüzden Verona bana göre değil :). Burada kaldığımız küçük butik otelin sahibi dar alanda bize nefis kahvaltılar hazırlarken kısa bilgiler de veriyor. Pek çok ailenin turizmle geçindiğini öğreniyoruz. Ev sahibemiz de yeni bir restoran açmaya hazırlanıyor.
Tatlı tatilin sonuna geldiğimizde en zoru aldığımız şarap ve peynirleri valize yerleştirmek oluyor. Aldığımız ek çantayı da tıka basa doldurup, ev sahibemizle ve Verona’yla vedalaşıp gerçek hayata doğru yola koyuluyoruz.