İklim Krizi ve Sürdürülebilirlik konularına ilgim yıllar öncesine dayanıyor. Daha 2000’li yıllarda farkındalık yaratmak için büyük çaba gösteren Ömer Madra’nın Açık Radyo’sunu dinler, detaylı bilgi edinmek için farklı kaynaklar arardım. İlgilenenler için özetlerini buraya almadığım ama beğendiğim birkaç kitap ismini bırakayım.
Açık Yeşil, Ömer Madra
Son Buzul Erimeden, Prof. Dr. Levent Kurnaz
Gezegenimizden Bir Yaşam, David Attenborough
Yeryüzünü Öpmek, John Tickell
2030, Mauro Guillen
Yeryüzüyle Barışmak, Vandana Shiva
Bu yazıya konu olan kitabın yazarı Kanadalı gazeteci, yazar ve iddiali bir aktivist Naomi Klein. Klein, dünyada nasıl bir sistematik iklim suçu işlendiğini, doğaya zarar vermek pahasına yüksek karlılık odaklı yaklaşımınlarından vazgeçmeyen global firmaların ve onların destekçisi hükümetlerin yaptıklarını anlatıyor.
1960’lar ve 70’lerde iş insanları kapitalizm karşıtı görüşlerin yayılmasını endişe ile takip ediyorlar bir yandan da Serbest Ticaret Anlaşmaları, Vergi Avantajları gibi destekleyici uygulamalardan faydalanıyorlar. Yüksek gelir gruplarından alınan vergi oranlarının düşürülmesi, özelleştirmenin desteklenmesi ve işçi sendikalarının zayıflatılması gibi Neoliberal politikaların yürütülmesi sonucu işçi kesiminin gelirlerinin giderek azalması ve gelir dağılımı eşitsizliğinin artması. Bildiğimiz “zengin daha zengin, fakir daha fakir” düzeni.
Kitapta anlatıldığına göre bu dönemde Heartland Institute İklim Krizi inkarı konusunda aktif rol alıyor. Soğuk Savaş Dönemi şahitleri ve seçilmiş daha birçok konuşmacı, İklim Krizi’ne yönelik alınması gereken tedbirleri dile getiren kişileri “komünizm yanlısı” olarak etiketleyip , yararlı olabilecek bir takım uygulamaların ciddiyetle ele alınması ve kamuoyu yaratılması konularında suyu bulandırma görevini üstleniyor. Alınması gereken önlemlerin maliyetleri , geleneksel iş modeline ek bir maliyet olarak görülüyor. Bilimsel kanıtlar o dönemde bu denli net olmadığı için tartışma zemininde karşıt görüşlerle insanların kafasını karıştırma ve aksiyon almama yöntemi benimseniyor maalesef. 2013’te Riley Dunlap ve Peter Jacques iklim krizini inkar eden kitapların %72’sinin 1990’larda yazıldığını ve birçoğunun Heartland gibi Think Tank’ler (Düşünce Kuruluşları) ile bağlantılı olduğunu ortaya çıkarıyorlar.
O yıllarda yeterli veri olmaması sebebiyle İklimbilimcilerin uyarılarını görmezden gelmek ya da itibarlarını zedelemek daha kolaymış. Buna güzel bir örnek çıktı karşıma, iklimbilimci Dr. Michael Mann’ın 1998’de yazdığı bir iklim makalesini sahtekarlık olarak nitelendiren iki gazeteciye karşı açtığı davayı kazandığı haberi yer aldı basında geçtiğimiz hafta, geç de olsa güzel bir kazanım. Hemen aklıma “Don’t Look Up” filmi geldi, bilim insanlarının işi zor!!
Gelişmiş ülkeler yaklaşmakta olan iklim krizinin doğurduğu sorunlar ve iklim göçmenleri için yerinde çözüm bulmak ya da bu konuya eğilmek yerine göçü kontrol edecek kanuni uygulamaları yürürlüğe koymakla ve sınırlara yüksek duvarlar örmekle meşguller. Hatta zenginler kendilerinde olanı korumaya o denli odaklı ki sigorta şirketlerinin felaket senaryosu korumaları kapsamı için ek maddelerle genişletilmiş. Yangında ilk kurtarılacak kıymetli eşyalar gibi hangi ülkelerde hangi zenginlerin olası bir krizde öncelikli olarak destekleneceği çoktan belli. Yine bu hafta basında yer alan haberlerde zenginlerin aldıkları adalar ve yaptırdıkları sığınaklardan söz ediliyordu.
Zamanında sömürülerek geri bırakılmış birçok ülke, sebep olmadığı bu iklim krizinin kurbanı olacak. Artan karbon emisyonu sonucu yükselen hava sıcaklığı, eriyen buzullar ve yükselen deniz seviyesi sebebiyle su altında kalacak ülkelerin yersiz yurtsuz kalacak olan insanlarına kucak açan ya da bütçe ayıran yok neredeyse. Her zamanki gibi piramidin üstlerinde yer alanları koruyan kollayan sistem işliyor.
İklim Krizine karşı alınacak önlemler yıllardır birçok platformda ve Birleşmiş Milletler Örgütü Liderliğinde detaylı olarak ele alınıyor. Kararlara imzalar atılıyor , Yeşil Enerji Programları duyuruları yapılıyor ancak uygulama yükümlülüğü keyfi olduğu için kimse taşın altına elini koymuyor. Büyük ümitler bağlanan 1992 Rio Birleşmiş Milletler Toplantısı’na kadar uzanan geçmiş dönemde 2005’e kadar yapılacak çalışmalarla ilgili önemli kararlar çıkmıştı, uygulama ne yazık ki o zaman da sınıfta kaldı. Yeşil Enerji uygulamasında başarılı bir örnek Danimarka oldu. Başarının ardında yatansa 1980’lerde yeşil enerji uygulamalarını artırması ve yerel sermayeli kooperatiflerin elektrik üretimine izin verip desteklemesi oldu. Rüzgar Tirbünlerinin %85’i küçük esnafa ve çiftçilere aitti uzun yıllar. Erken yol aldıkları için sonradan çıkan Uluslararası Ticaret Anlaşmaları Danimarka’yı bağlamıyordu. Bugün Danimarka’nın enerji ihtiyacının %50’sini yenilenebilir kaynaklardan elde ediyor.
Tarım alanında da durum farklı değil. 2000 yılında yiyecek zinciri ile ilgili bir yayımlanan makalede Endüstriyel Tarımın baş aktörleri Cargill ve Monsanto tarzı üretimin daha çok enerji harcanan, daha çok karbon emisyonuna sebep olan bir tarım modeli olduğunu ve emisyonun %19’dan %29’a çıktığını belirtilmiş. Her ne hikmetse bazı gelişmiş ülkelerin büyüme oranları artarken karbon emisyonunun artmayışının sebepleri incelendiğinde yüksek emisyona sebep olan iş kollarının başka ülkelere transfer edildiği görülmüş. Çöpü başkasının kapısının önüne atınca kendinin temiz olduğuna inanmak bu. Çöp demişken geri dönüşüm fiyaskosuna da dalmış Klein.
Büyümenin anahtarı olarak kuralsız üretimi yıllarca devam ettiren, karbon emisyon hedeflerini hiçe sayan “dünyanın bacası” ününe sahip olan Çin , bir yandan da gelişmiş ülkelerin çöplerini kabul ediyordu birkaç yıl öncesine kadar. Bu uygulamaya son verdiği için artık az gelişmiş ülkelerde görüyoruz bu çöp yığınlarını. Maalesef Türkiye de bu yığınlara talip olan ülkelerden biri. Birçok atık yakılarak yok ediliyor ve emisyon artışını dizginlemede hiçbir fayda sağlamıyor bu arka kapı yöntemi.
Konuyu hafife alarak, kafa karışıklığı ve global şirketlerin göz boyama (greenwashing) çalışmaları ile bu günlere geldik. Oysa farklı enerji kaynaklarının kullanılması, yerel üretimle enerji transferinin kolaylaştırılması, tarımda verimlilik artırılırken emisyonu artırmayacak yöntemlere şans verilmesi, buzullarda daha hızlı erimeye sebep olduğu bilinen buzda petrol arama çalışmalarının sınırlandırılması, Greenwashing yerine çevre krizine faydası olabilecek teknolojilerin desteklenmesi için bütçe ayrılması gerekirdi, gerekiyor, gerekli.
Naomi Klein anlatıyor da anlatıyor. Karınca ve Ağustos Böceği hikayesini hatırlatıyor bu durum bana. Kış kapıda ancak hepimiz saz çalıp oynuyoruz. “Ben tek başıma ne yapabilirim ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Etki alanımızı genişletmeye istekli olabiliriz. Tüketim rüzgarına kapılmayarak, duyarlı davranarak, kamuoyu yaratmaya çalışan Sivil Toplum Kuruluşlarına destek olarak, çevremizde olan bitene sessiz kalmayarak başlayabiliriz. Belki de bir değişimin parçası olabiliriz, kim bilir…
Çok duyarlı bir yazı, umarım çokça yerini bulur.Emeğinize sağlkk