Sonunda çok merak ettiğim, yıllardır gitmek istediğim Gökçeada’ya doğru yola koyulduk dört kafadar. Eski adı İmroz olan Gökçeada, Bozcaada’ya göre daha sessiz sakin ve daha bakir . Tüm doğallığıyla misafirlerine kucak açarken turizm rüzgarında kimliğini kaybeden yerlerden olmaz umarım.
Gökçeada’ya yerli ve yabancı turistler kitesurf yapmak için geliyorlar. Kıyıdaki bungalovlarda kalıp, günlerce rüzgarın tadını çıkaranlar var. Zaten sahillerde genelde turistik beldelerde görmeye alıştığımız manzaralar yok, hatta Kefalos dışında doğru düzgün tesisi olan bir yer de yok. Kefalos’taki Şen Camping, şezlong, minder, şemsiye ve yiyecek ile abartısız bir hizmet sunuyor gelenlere.
Adada 10 kadar eski Rum köyü var. Zeytinliköy, Dereköy, Tepeköy ve Bademli Köyü koruma altında olan yerler. Binlerce Rum evi var, inanılmaz bir tarihi miras olarak dünyaya sunulabilir Gökçeada. Gerçi şarap evleri ve zeytinyağı fabrikaları şimdiden harabeye dönmüş. Köylerin çamaşırhaneleri hala yerli yerinde şimdilik. Ada dünyanın su zenginliği açısından üçüncü adasıymış. Bu kadar yeşilliği ve doğa zenginliğini görmek şaşırttı beni. Her köşe başında meyve ağaçları vardı. Karadut mevsimi daha başlamadığı için karadutlu dondurmayı bu defa yiyemedik ama meşhur Efi Badem kurabiyesinin tadına baktık , lezizdi.
Zeytinliköy’de Zeytindalı Hotel adanın belki de en şık otellerinden biri. Yine aynı köyde meşhur dibek kahvesini içebileceğiniz kahvehaneler var. En popüleri ise Hristo’nun Yeri. Buradaki sakızlı dondurma ve sakızlı muhallebinin tadına doyamadık. Hristo’nun ve eşi Maria’nın aralarındaki muhabbet de çok hoştu. Maria ilerlemiş yaşına rağmen hala tatlıları ve kahveleri yapıp,bulaşıkları yıkıyor ve şikayet ederken; Hristo da bize hanımı değiştirme zamanının geldiğini söylüyordu. Hristo, Beşiktaş’ta 1940’lı yıllarda profesyonel olarak futbol oynamış, sonra köyüne geri dönmüş. İstanbul’da yaşayanlara “Allah kurtarsın” diyor. Eşi kışları oğlunun yanına Yunanistan’a gitse de o inatla kışı da tek başına köyde geçiriyor.
Hristo’nun Kahvesi’ni ardımızda bırakıp dar bir yoldan Bademli’ye vardık. Eski evlerin arasında ilerleyip çamaşırhanenin bulunduğu bölgeye geldik. Oradaki nefis çınar ağacının gölgesinden tavuklar ve koyunlar faydalanıyordu. Zaten tüm köylerde bağımsızca dolaşan koyunları keçileri görmek mümkün. Adanın oğlağı meşhur, nefis dağ otlarını yiyen oğlakların tadı bir başka oluyordur, biz de bu lezzetten mahrum kalmayalım diyerek Son Vapur adlı restoranının sahibi Arek’in eşine akşam için oğlağımızı sipariş ettik. Bademli’de karşımıza çıkan İmbros Otel ‘in manzarasına ve terasına hayran kalarak burada konaklamaya karar verdik. İsabetli bir karar olmuş, kahvaltısı da bizi hayal kırıklığına uğratmadı. Ev yapımı börek ve kekleri “tatilde yenilenler sayılmaz” kapsamında midemize indirdik 🙂
Ertesi gün ada turundaki durağımız Türkiye’nin en batı noktası olan İnceburun oldu. Buradaki Gizli Liman çok uzun ve tamamı kum bir sahile sahip, doğal bir güzellik. Hiç bir tesis yoktu, gerek sezonun kısa olması gerekse keşfedilmemiş bir ada olması sebebiyle buralar hep bakir kalmış. Bir diğer güzel sahil de Laz koyu. Burada ufak tefek şemsiyeler ve tost yenilebilecek küçük bir kafeterya var. Bu rüzgarlı adada en az rüzgar alan koy burasıymış.
Bir sonraki hedef Tepeköy de uzun ve dar bir yoldan ulaşılan bir doğa harikası. Köy meydanındaki kahve, küçücük kilise, Barba Yorgo’nun Taverna ve Şarap Evi ile enfes bir yer. Buralardaki en baskın tema, hüzün. Benim gibi mübadele ve azınlıklkar konularına kafayı takmış biri için canlı tarih olarak orada bulunan Rum yaşlılarıyla sohbet bulunmaz bir nimetti ama bir o kadar da acıydı. Köy kahvesinde oturan dedelerden biri bize “burada deniz yok niye geldiniz?” diyerek serzenişte bulundu. 1970 Kıbrıs olayları ile gitmeye mecbur bırakıldıklarını anlattılar. Memleketlerinde savrulmuş gitmişlar maalesef, hepsi de küskün. Çocukları adaya gelmiyor bile. Bir tanesi yıllarca Yunan adalarında çalışmış, diğeri Avustralya’ya gitmiş. Hepsi yazları köylerine dönüyorlar. Kışları ise köyde kalan 7-8 yaşlı var sadece. Tam bir hayalet köy. Burada kalan yaşlılara kilise göz kulak oluyor, ihtiyaçlarını getiriyormuş. Her zaman olan kendi halindeki insanlara oluyor maalesef.
Dereköy’ün hali daha da vahimdi. Zamanında 2000 hane ile Türkiye’nin en büyük köyü olan Dereköy’de şimdi yıkık binalar arasında oynayan birkaç çocuk dışında bir hareketlilik yoktu. Biz en turist halimizle etrafta dolanırken bir bahçeden bize seslenen Mikhail amca, hüznümüzü dağıttı neyse ki. Mikhail amca 82 yaşındaymış, karşı komşusunun bahçesinde çalışıyordu ona rastladığımızda. Yıllarca İstanbul’da çalışmış sonra dönmüş o da köyüne. Askerliğini, eşini nasıl kaçırdığını, eşinin ne yaman olduğunu gözleri parlayarak anlattı bize. Afacan bir çocuğu dinliyorduk sanki 🙂
Kaleköy’de de yine İstanbul’dan kaçmış Aziz Bey’in Sabun Atölye’sine düştü yolumuz. Profesyonel hayattan sıkılıp burada almış soluğu. Bir yandan İmroza adlı sabunu yapıyor, diğer yandan da zeytinyağı ve şarap satıyor. Bize verdiği bilgilerden çok faydalandık. Adanın değerlendirilmeyen yüksek potansiyelini ve kültürel değişimi ondan dinledik.
Akşam Kaleköy’de karnımız zil çalarak Son Vapur’a attık kendimizi. Biz yemeğimizi çoktan yemiş, kahve sohbetimizde adanın ne kadar da boş olduğunu söylüyorduk ki saat 22.00’ye doğru insanlar akın etmeye başladı. Meğer ada halkı yemeğe bu saatlerde geliyormuş. Bir süre sonra adanın tek mekanı Pembe Kaval’a geçtik canlı müzik dinlemek için ki burası da Son Vapur’un yanı oluyor.
Tatilin bizi tedirgin eden tek yanı aşırı rüzgar sebebiyle ilk vapur seferinin iptal olması oldu. Bu da bize pazar günü kurulan ada pazarını gezme şansı verdi, pazara gitmeyi severiz ailecek.
Dip Not: Bu gezide tatlı bir fotoğrafçım vardı yanımda, kendi çektiğim fotoğraflara mahkum olmadım iyi ki 🙂
Yaşasın teyzelik müessesesi.